Biz Ne Yiyeceğiz?
Gün geçtikçe ne yiyeceğimizi
bilemez olduk. Her gün yediğimiz besinlerle ilgili farklı bir haber, farklı bir
sürprizle karşılaşıyoruz. Endüstriyelleşen dünyada değişen hayvansal gıda
yetiştirme metodları, yapay tarım yöntemleri ve ortaya çıkan çeşitli
hastalıklar… Hangisi faydalı, hangisini yemeliyiz diye kafamız çatlıyor! Peki,
biz ne yiyeceğiz?
Örneğin, çok yakın zamanda
ülkemizde bir şarbon hastalığı vakası ile karşılaştık. Hayvan sever bir
aktivist grubun hasta hayvanlara dikkat çekmesiyle ortaya çıkan bu hastalık
fazla miktarda yendiğinde tüketenin hastalanmasına sebep oluyor. Üstelik sadece
et değil, süt ve süt ürünlerine de geçebiliyor. Sütleri iyice pastörize etmek,
yani bolca kaynatmak gerekiyor. Etleri iyice pişirmek gerekiyor. Ve hiçbirini
fazla miktarda tüketmemek gerekiyormuş. İyice kaynatılan sütte veya UHT’de
(uzun ömürlü kutu sütler) ise faydadan çok zarar olabilir. Doğrusu Canan
Karatay’ın paketli ürün almayın sözüne katılıyor ve marketlerde paketlenmiş her
ürünün yarardan çok zararı olduğunu düşünüyorum.
Peki, modern toplumlarda gıda
endüstrisi nasıl işliyor biraz da buna bakalım. Kapitalist sistemin içindeki
her sektör gibi rekabet odaklı çalışan hayvancılık firmaları üretimi artırıp,
kar oranlarını yükseltmek için kıyasıya mücadele ediyorlar. Bu yüzden de yetiştirdikleri
hayvanlara hormon veriyorlar. Daracık alanlarda tutulan hayvanlar kafeslerinden
dışarı çıkmıyorlar. GDO’lu ve ucuz yemlerle besleniyor, hijyenik olmayan
ortamlarda hastalık kapma ihtimalleri yüksek olduğundan bolca antibiyotik
alıyorlar. Tarımda ise yine hızla büyümeleri için ürünlere hormon veriyorlar.
Genetiğini değiştirip, üzerine pestisit gibi zararlı böcek ilaçları sıkıyorlar.
Tavuklar ve yumurtaları ise ayrı bir olay. 0 ile 3 arasında numaralandırılmış
yumurtalar var artık. Eğer yumurtanın üzerindeki kod 0 ile başlıyorsa organik
veya ona çok yakın. Yani tavuklar serbest geziyor, doğal besleniyor, güzel bir
ortamda bakılıyorlar. 1 ise tavuklar serbest geziyor, 2 ise kümeste yaşıyor ve
3 ise kafeste yetiştiriliyor. Tavuk alırken de benzer koşullar geçerli. Ayrıca
paketlenen ürünlerin içerisine raf ömrünü uzatmak için bir sürü kimyasal da
ekleniyor. O zaman bağıralım: Peki, biz ne yiyeceğiz?!?!
Yapabileceğimiz birkaç şey var:
1. Organik ürünleri tercih edebiliriz. Buradaki dezavantaj ürünlerin pahalı
olması ve durumu yetmeyenlerin alamaması. Oysa doğal ve sağlıklı yemeğe erişim
herkesin temel hakkı olmalıdır. Üstelik bunların gerçekten organik olup,
olmadığı denetlenmelidir. 2. Hemen her semte gelen ve kamyonetiyle gezen
güvenilir çiftçilerden ürün alınabilir. Mümkünse çiftlikleri en az senede bir
ziyaret edilip, kontrol edilebilir. 3. Eğer imkan varsa kendimize en yakın
küçük yerleşim birimini belki haftada bir, belki 15 günden bir ziyaret edebiliriz.
Böylece taze ve doğal ürünleri kendimiz görerek alabiliriz. Bu çözümlerin
tümünde gerek organik ürünler, gerekse çiftçilerin ürünleri olsun en önemli
nokta bu üreticilerin düzenli kontrol edilmesidir. Bunun için ise her semtte bu
konuya duyarlı kişiler tarafından bir grup oluşturulup, belirli periyotlarda
ziyaretler yapılabilir. Ya da tamamen bunun için kurulmuş devletten bağımsız
STK veya dernekler kurulup, onların onayı olan sertifikalar düzenlenebilir. 4.
Topluca bilinçlenerek marketlerde satılan zararlı ürünleri almayı toptan
reddedebiliriz. Bu sayede aslında tüketici odaklı çalışan endüstriyel firmalar
talebe göre hareket edecek ve kimse almadığı için marketlere zararlı ürünler
sokamayacaktır.
Daha da güzel olan bir yöntem
ise nedir biliyor musunuz? Küçük bir
kasabada yaşayıp, oranın yöresel ve taze ürünlerini tüketmek. Sabah yürüyerek
veya bisikletinizle gittiğiniz komşunuzun bahçesinde koşturan tavukların sabah
yumurtladığı yumurtalardan, diğer komşunuzun gözünüzün önünde sağdığı ineğinin
sütünden, kasaba fırınından sıcak sıcak çıkan taze ekmekten, çiftçinin bugün
toplayıp pazara getirdiği meyve, sebzeden ve komşu teyzenin evinde yaptığı
erişteden alıp yine bisikletle eve dönmek. Peki buna engel nedir? Sanırım küçük
yerlerdeki kısıtlı iş imkanı ve çocuklara yeterli bir eğitim verememe kaygısı.
Belki yakın gelecekte gelişen teknoloji ve internet sayesinde bu kaygılar yok
olabilir. İnsanlar evlerinden internet üzerinden yaptıkları işlerden para
kazanabilir, çocuklar ise internet üzerinden küçük kasabalarda bile en iyi
eğitime ulaşabilirler. Doğanın içinde insanca yaşayıp, beslenirken; teknoloji
sayesinde medeni bir yaşam sürebilirler. Bu sayede doğa ve teknolojinin
uyumundan geleceğin üstün nesilleri yaratılacaktır.
Peki, biraz daha geleceğe gidersek ne olur?
Şimdi biraz hayal kurma vakti. Hayal kurmak ise faydalıdır. Einstein ne demiş,
“Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere.”
Eskiden kitabı yazılmış ve o gün için hayal olan her şey bir bir gerçek olmuyor
mu? O zaman şöyle bir hayal kurabiliriz. İnsanlar gelecekte yağmur ormanları
gibi egzotik ve verimli topraklarda yetişen tropik ve besin değeri yüksek
besinleri her yerde yetiştirmeye başlayabilirler. İlerleyen teknoloji sayesinde
herkes evinin bahçesinde veya yakınında bir ağaçta yetiştirdiği faydalı, taze
ve doğal ürünlerle beslenebilir. Belki sadece besin değeri yüksek bir adet
meyve gün boyu yeterli olacaktır. Aslında besin yetiştirmek ve tüketmek için
doğanın dengesini bozarak bunca çaba ve vakit harcanmamalıdır. Bu şekilde
insanlar vaktini yemekten çok okumaya, bilime ve sanata verdiğinde üstün
nesillerin yetişmesi kaçınılmaz olacaktır. Üstelik doğanın bize sunduklarını ve
sunacaklarını da tahrip etmemiş oluruz. Evet, yemenin büyük bir keyif ve
sosyalleşme aracı olduğunu düşünenler karşı çıkacak biliyorum. Sosyalleşmek
için müzik, sanat vb. başka vesileler bulunabilir. Keyif kavramı ise bence
günümüzde yanlış yorumlanıyor. Asıl keyif öğrenmek, öğrenmek, keşfetmek, yaratmak,
yardım etmek ve sanatla meşgul olmaktır. Üstelik sağlıklı beslenmek her şeyden
öndedir ve doğanın bize sundukları ise birer mucizedir. İnsanlık midesini çöple
değil, ruhunu güzellikle doyurduğunda insanca yaşayabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder