KafeSim’den Çıkmak ve Biberli Çikolata



Korku. Her şeyin önündeki engel. Bunu iyice anladım. Özgürlüğün, yeniliğin, farklı olmanın… Yeni bir yere gitmek, farklı bir görüşü dinlemek veya yeni bir yemeği tatmak, pişirmek de cesaret ister. Ben de bugün çili biberli çikolata yemeyi denedim. Farklı olmakla beraber korktuğum kadar kötü değildi. Hatta beğendim! Ancak yenilikleri denemek yetmez, sürekli öğrenmeli, gelişmeli ve çalışmalıyız ki özgürleşelim. Anladım ki KafeSim’izden çıkmanın yolu hep denemek ve çalışmak, çalışmak, çalışmak… 















Türkiye Masal Anlatıcılığı merkezi Seiba’nın kurucusu ve Masal adlı kitabın yazarı Nazlı Çevik Azazi’ye göre özgürleşmemizin önündeki zindanlar dört tane. Toplumun, bedenin, geçmişin ve zihnin zindanlarını aşınca özgürleşebiliyoruz. Ancak bence bunlardan en önemlisi düşüncenin kafesi. Yani insanın önündeki en büyük engel yine kendisi. Peki, kendimizi nasıl aşacağız öyleyse? İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung’a göre bunun yolu içimizdeki kahramanı uyandırmak. Jung beden gibi zihnin de evrimleştiğini ve atalarımızdan bizlere miras kalan koleketif bilinçaltı yani arketiplere göre davrandığımızı ortaya koymuş. Akretipler kişilikleri veya davranışları temsil eden kalıplaşmış karakter çeşitleridir. Bu karakterler kişiliği anlatır ve davranışlara yön verir. Bu 12 ana karakter yaratıcı, yardımsever, kral, soytarı, sıradan adam, aşık, kahraman, asi, sihirbaz, masum, kaşif ve bilgeden oluşur. Her kişinin atalarından miras kalan baskın bir yönü olmakla birlikte aslında bunlar her birimizin içinde var olan kişilik özellikleri aynı zamanda. Üstelik bazen karakterimiz gereği bazı özelliklerimizi o kadar geri plana atıyoruz ki diğerlerini unutuyoruz. Oysa her birimizin içinde bir kahraman var örneğin ve bu kahraman bize cesaret veriyor. Doğadan uzaklaşıp şehir hayatında yaşarken var olan güdülerimiz ve atalarımızdan miras kalan özelliklerimiz günden güne azaldığı için diğer akretiplerle birlikte kendi kahramanımızı da unutuyoruz. İşte unuttuğumuz ve belki farkında bile olmadığımız özelliklerimizi uyandırdığımızda içimizdeki kahramanlar canlanıyor. Kendimizin bu kahraman tarafı da bize yol gösteriyor. Tüm bunları bilmeme rağmen kendi kahramanıma ulaşmakta zorlandığım zamanlar oluyor. Ancak içimizdeki potansiyeli tetikleyerek mutlaka uyandırabiliriz, buna gerçekten inanıyorum.
















Peki, ben nasıl özgürleşiyorum? Kendimi anlayarak. Bugün şunu iyice fark ettim. Ben başkaları tarafından sevilmemekten, onaylanmamaktan ve yalnız kalmaktan korkuyorum. Belki bir çoğumuzda bu duygular var ama fark etmek, gerçekten farkına varmak çok farklı ve güzel. Bu duygularımı anladıktan sonra biraz olsun rahatladım çünkü bunun ne kadar boş bir kaygı olduğunu kavradım. Sonra düşündüm de aslında sevilmemek çok da kötü bir şey değil. Varsın sevmesinler, onaylamasınlar. Zaten sevgi bir yerde çıkar ile iç içe geçmiş durumda. Saf sevgi etrafımızdaki birkaç yakın kişi ile paylaştığımızın dışında yok sayılır. O halde ne diye beni sevsinler diye belli kalıplara girmeye çalışıyorum? Hem de umrumda bile olmayan insanlar için. Sadece bana karşı çıkmasınlar diye onaylar gibi görünüyorum. Artık reddedilmekten korkmuyorum, iyiyi oynamayı bırakıyorum. Canım ne isterse onu yapmalıyım. İstediğimi giymeli, aklıma geleni söylemeliyim. Bana karşı çıkılması, reddedilme, sevilmeme korkusu beni ben yapmaktan çıkarıyor. Bunu gördüğümde anladım ki ben sandığım kadar da iyi bir insan değilim ve iyi olmaya çabalamam sadece beni yorup, beni benden uzaklaştırıyor. Evet bugün içimdeki kötüyü duyumsadım, onu ne kadar bastırdığımı fark ettim ve o anda sanki özgürleştim. Evet yahu, ben kötüyüm. Kötü şeyler düşünebilir, kötü hissiyatlara kapılabilirim. Ardından bu düşünce beni oldukça rahatlattı. Üstelik kendi olan, belki bazen kötü bile olsa aksine daha çok sevilmiyor mu? Ama sevgi mevzusu artık benim için uzaklarda. Artık içimdeki kötüyü uyandırdım ve onu özgür bıraktım. Tek düşündüğüm kendi isteğim. Ayrıca bu herkes için böyle olmalı. Kendini koruyamayan biri zaten hiçbir işe yaramaz. Başkaları da ona sadece sempati ile karışık acıma duyarlar.










Geçenlerde sevgili sayı, şifa ve bilinç terapisi uzmanı Didem Şahin (@didem_sayilarvesifa) de bana bundan bahsetmişti. Evrende her şey kuantum fiziğine göre çekim yasası ile denge içinde olduğu için iyilik ve kötülük de denge içinde olmalı. Eğer birinin kötülüğü fazlaysa iyilikle dengelenmeli veya cezalandırılmalı. Aynı şekilde birinin içinde gereğinden fazla iyilik varsa o da maalesef kötülüğü çekiyor. Bu durumda kendi iç dengemizi bulmak ve kendimizi korumak adına içimizdeki kötülüğe de izin vermeliyiz. Evet, belki abartılı ve gösterişli giyinmek saçma, belki yanlış ve mantıksız ama kimin umrunda. Belki kendi hasletlerini başkalarının gözüne sokmak, bunlarla böbürlenmek doğru değil ama dünya böyle işlemiyor. Evet, belki bencilce davranmak ahlaklı bir davranış değil ama en nihayetinde beni koruyor. Bazen doğru yapacağım derken kendi çıkarlarımızdan fark etmeden feragat ediyoruz. O zaman da her şey ters gitmeye başlıyor ve sonunda üzülüyoruz. Diyoruz ki ben hep iyilik yaptım, doğrusunu seçtim; o halde neden böyle oluyor? Cevap bu! Dengemizi bozacak kadar iyi olmaya çalışıyoruz, doğamızın üzerinde bir gayretle. Bu yüzden de düzeni bozuyoruz. Suya düşen iki kişinin yaşam içgüdüleri ile kurtulmak için nasıl birbirlerinin üzerine bastırdığını düşünün. Tersi anormal olurdu. Bu en doğal yaşama güdümüz bizim. Yaşamak için bir miktar kötü olmamız gerekiyor. Yoksa varoluş yasasına karşı geliyor, düzeni bozuyor, kötülüğün artmasına ve belki bize gelmesine sebep oluyoruz. 










İşte bu sebeplerle eğer fazla iyi olmaya meyilliysek hayatımızı belki Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madaonna’sındaki Raif Bey, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki Selim Işık, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal veya yazarların ta kendisi Kafka ve Dostoyevski gibi kendini dışlanmış ve bu dünyaya yabancı gibi hisseden karakterlere benzer biçimde geçirebiliriz. Hepsinin ortak özelliği dünyadaki kötülüğe dayanamamaları, kimsenin onları gerçekten anlamaması, bu yönde çaba da harcamaması ve tüm bunların sonucunda naif, dışlanmış ve bu acımasız dünyaya ait olmadıklarını hissetmeleri. Bazen bu dışlanmışlık duygusu da olumluya, üretime, hatta bir esere bile dönüşebilir. Ancak bu durum ipte yürümek gibi risklidir. Her an aşağıya uçma, dayanamadığınız bu dünyadan kopma ihtimalini taşır. Oysa birazcık olsun kötü olabilirsek hem bu dünyada yaşar; hem de üretmeyi ve ürettiğimizden keyif almayı başarabiliriz. Böyle yapmalıyız ki içimizde büyüyen öfke bir gün bir heyelan gibi patlayıp, etrafı yıkmasın! Bunun en etkili yöntemi de her yönüyle kendimizle yüzleşmek, hep gelişmek ve daha iyisi olmak için çalışmak ve en sonunda da kendi KafeSim’izden çıkmak. O zaman şöyle bitiriyoruz: “Yaşasın kötülük! Yaşasın yaşamak her yönüyle kabulümüz olan! Yaşasın iyisi ve kötüsüyle ben olabilme cesarti! Yaşasın sürekli kendini keşfetmek ve büyümek! Ve tabii, yaşasın biberli çikolata! :)” 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yemek Yapmak Kadın İşi Midir?

Ülker Gürtan Anısına (1928-2017) (@ayasdergisi Yazısı)

Masal ve Arketip Atölyesi - Norm Dışı